Deneme yazılarım




*Éblouissant (Fransızca) kelimesi, gözleri kamaştıran ve parıltısıyla kandıran bir şey.

Eser izleyiciyi, bir pasajın ışıklı parlaklığında yol almak ister gibi, meraklı ve heyecanlı bir ruh haliyle labirenti andıran bir yolculuğa davet ediyor. Hayatın içinde ilerledikçe ve farklı yönlere saptıkça yeniden şekillenen bir yolculuk. Yapılan her seçimle geride bırakılanların yarattığı izler yaşama eyleminin kalıntılarıdır bir anlamda; geçmişin zaman içinde bıraktığı işaretlerdir. Ancak bu izler, sabit değil, izleyenin bakış açısına göre yeniden yorumlanabilir, zamanla anlamları değişir. Pasajın içinde yer yer beliren ve nerden indiği belli olmayan ışıklı ekranlar gibi algılanabilecek yansımaların yarattığı göz kamaştıran geçitler zihni kaplayan kaosun yarattığı sis içinde bir görünüp bir kaybolan umut kapılarını simgeler.
Şeffaflıkla birlikte okuduğumuz mekansal üst üste binmeler, ışıklı kapılarla uzayıp giden koridorların ortasında güneşten çaldığı renkleriyle paralel evrene açılmış bir portal, anlamın zamansal katmanlarını simgeler. Bir katmandan diğerine bakıldığında her biri kendi anını taşırken, birbirine nüfuz ederek zaman içinde birleşik bir anlam yaratır. Şeffaflık, geçmiş, şimdi ve geleceğin birbirinden ayrılmaz olduğu zamansal bir sürekliliği ifade eder. Aynı zamanda, şeffaflığın çoklu katmanları ile izleyici bir şeyin hem yüzeyini hem de arkasındaki potansiyel anlamları keşfetmeye davet edilir.
16.01.2025





Zamanın sürekliliğini, evrenin ebedi ve ezeli oluşunu düşünmek sonsuzluğun karşısında insanın küçük ve önemsiz varlığını acımasızca gözler önüne serer. Öleceğini bilen tek canlı olarak insan, bu varoluşsal laneti aşmak için varlığını yüce bir güce bağlama ihtiyacı hisseder. Ancak bu çaba, çoğu zaman bir avuntu olmaktan öteye geçmez. Deterministik düşünce insanı özne olarak ayrı bir konuma koymaya meyillidir; oysa insan, kendini bulduğu üç boyutlu dünyanın dokusunda bir iplik, o iplikte bir liften başka bir şey değildir. Zaman dediğimiz olgu ise doğada var olmayan, insanın süreçleri anlamlandırmak, kontrol altına almak adına yarattığı bir soyutlamadır.
Zamanı süreksiz, kesintili süreçler olarak düşünmek, insanın evrendeki küçüklüğünü ve varlığının sıradanlığını benimsemeyi daha katlanılır kılar. Bu tavırda, insanın kendini doğadaki her şeyden üstün gören kibrini kıran bir taraf var. Doğadaki hiçbir canlı bir diğerinden üstün değilken insanın kendini bu kadar önemsemesi neden? Her birimizin aynı dokunun parçası olduğumuzu kavramak, varoluşun yükünü hafifletir. Belirgin sınırların olmadığı yaşamın ve evrenin birbirine bağlanmış sonsuz döngüsünde, bir nokta olmayı kabullenmek doğanın büyük akışına dahil olabilmeyi mümkün kılar.
25.12.2024






“Zaman olayların geçişinden yaptığımız bir soyutlamadır. Tıpkı bunun gibi, mekân da olayların birbirleri üzerine yayılımından yapılan bir soyutlamadır.” *

İnsan olmanın en büyük dürtüsü bilme ihtiyacıdır. Evrenin algılayamadığımız büyüklüğü karşısında o kadar küçük ve aciz hissediyoruz ki belirsizlikten kurtulmak için büyük metinlerin yarattığı düzen algısının rahatlığına ihtiyaç duyuyoruz. Dini metinlerde olsun, alternatif kuramlarda olsun evreni anlamaya çalışırken onu en dışından, tepeden bir bakış açısıyla kavramaya çalışma yanılgısına düşüyoruz. Oysa bize verilmiş doğa, dışarıdan görülen evren değil, içeriden görülen dünyadır. İnsanın düşünme eyleminin kaynaklarını sorgulamaya koyulduğumuzda duyulardan, algılardan, kavramlardan başlarken dışına çıkamadığımız içeriden deneyimlediğimiz bir bilmecenin içinde buluyoruz kendimizi. En başa dönmeye çalıştıkça tam ortasında durduğumuz. Duyuları almak için mekana, kavramları oluşturmak üzere işlenen sürece-zamana bağlıyız, bağımlıyız. Düşüncenin gelişebilmesi için gerekli verilerin saklandığı bellek zamanla oluşuyor. Zamanı ise belleğimizdeki olayların geçişiyle kavrayabiliyoruz ancak.
Evren’e, anlama dair sorgulamalarımızın, kendini gerçekleştirme potansiyeline dönüşmesinin kaçınılmazlığında yakaladığım izlek büyük resmin dayatttığı ufka yönelmeyen bireyin kendi haritasının çizilmemiş rotasındaki yolculuğudur. Bir kabulleniş ve kayıtsızlıkla…
29.Kasım.2023

*Gerçeğin Belleği: Bir Alfred North Whitehead Portresi, Sercan Çalcı (2021)







Günbatımı renkleri bakışı yakalıyor. Atmosferi kuşatan güneşin sıcaklığının huzur duygusu ruhu boyuyor. Gökyüzünün ılık ve akışkan mavisi uçucuculuk veriyor dimağa. Her şey güllük gülistanlık, süt liman! Olabilir mi? Yakından bak. Daha yakından. Dışardan nasıl albenili mutluluklar saçıyorken içerde ne cendereler içinde kim bilir? Sıra sıra dizilmiş olağan-içi insan halleri yüzeyin hemen altında, kabarmak için an kolluyor. Katman katman örülür insan yaşamı. Dışarının görmesine izin vermediklerimiz içerde yaşananların ağırlığından ya da çokluğundan mıdır? Yaşam ekseninin etrafında olup bitenin ne kadarına tanıklık istiyoruz? Kapkara dikeylerin ağırlığıyla batmak değil, rengarenk sıcacık yataylarda yüzmek istiyoruz. Oraya nasıl varacağız? Günlerce aylarca yıllarca debelenip boğulmamaya çalışarak. Yüzeyde kalmaya gayret edip ufku hedeflerken kimleri ardımızda bırakacağız içimizde açtıkları yaralarla? Yarenlik edenlerin kolaylaştırdığı yollardan geçebilecek kadar şanslı olabilecek miyiz? Şans aynı yolda yürürken ya da karşılıklı geçişirken yoluna aydınlık edenlerdir. Ne mutlu o kutlu karşılaşmayı yaşayabilene. ‘Sevmek içini açmaktır’* demiş ozan. Ne zordur ötekine içini açmak. Sınırlarda oyalanmayı bırakıp eşiği geçmek. Olasılıklara kucak açmak.
14.06.2023
*oruç Aruoba İle kitabından




Kapılar, geçip gittiğin kapılar, dönüp baktığın kapılar, önünde beklediğin, adım atmak için cesaret bulamadığın kapılar… İç içe geçmiş yaşamlar, solup giden anılar, birbirini kucaklayan değişimler, dönüşümler. Sınırlar Oysa bizi birleştiren bir şeyler var. Görünürün ardında dokunmuş görünmez bağlar. Anlama, algılama ve kavrama için bazen kendini bırakmak gerekir. Kendini bırakmak ve belki de bir resmin olanaklarında düşünceyi sınamak. Önümüzdeki resmin bize vadettiklerine uzanalım, bırakalım bizi alsın içine.

Güneşin ılık sarısı ve toprağın sıcak kırmızısında algılanan mekan, anıların katman katman örülmesiyle hissedilen yaşanmışlık duygusu, durgun ama ruhsuz olmayan ihtimallere gebe bir atmosferle sarmalanıyor. Rüyalardan kopup gelmişçesine beliren uzamda dolaşma arzusu, merak ve tanışıklık duygularının gerilimiyle benliği iplik iplik içeri çekiyor. Kapıları aralamak, eşiklerden geçmek, engellerden atlamak buğulu atmosferin gizlediklerini görmek için tuvalin dokusuna sızıyoruz. Belli belirsiz çizgiler kendi yaşamının desenini çizebilmek umudunu imliyor. Kırmızının şefkatli varlığı ilerleyebilme cesareti veriyor. Bu yoğun karşılaşma anını yaşayabildiğimizde yeni bir gerçekliğe adım atabilecek ve kendi varlığımızı yaratabilecek gücü bulabiliriz.

21.05.2023





Bilinmeyene Yolculuk

Yaşamın bir yolculuk olduğu bilgisine ne zaman vakıf oluruz? Doğduğu andan itibaren önüne konan hedefler, sisteme hapsolmuş bireyi hep bir sonraki hedefe ulaşma çabasına şartlar. Aşılması gereken engeller, bitmesi beklenen süreçler ve ulaşılamayan hedefler sürekli çoğalır. Önüne dizilen hedefler kendi yarattıkları değil de sistemin ona dayattıklarıdır aslında. Yaşamın sona ulaşmak değil de yolculuktan ibaret olduğunu bilmek ile bu bilgiyi içselleştirmek arasındaki farkta yatar insanlık.
Yaşam dediğimiz süre dünyaya fırlatılmışlık ve ölüm arasında bir bilinmeyene yolculuk. Sessiz, sakin, tekdüze, her bir adımı planlı ve değişmez bir yolculuktansa rengarenk canlı ve her an her şeyin mümkün olduğu bir yolculuk bana göre daha anlamlı ve daha yaşanılası. Tamamen kaotik bir ortam değil aranan insanın kararlarının ve seçimlerinin sorumluluğunu alabileceği dolayısıyla kendini gerçekleştirebileceği bir süreç. Günümüz yaşam şartlarının ağırlığı ve gündemin yoğunluğunun altında ezilen insanın kendine dönme, kendine değer verme önceliği yok oldu. Oysa mücadelemiz kendimizle olmalı, hayatta kalma mücadelesi olmamalı. Yarınından endişe eden insanlar olarak Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin ilk basamaklarında takılmış kalmış hissederken kendini gerçekleştirmek nasıl mümkün olabilir? Yaratıcı edimin coşkusunu hissetmek, karşılaşma anını yaşamak nasıl mümkün olabilir? Bu kısır döngüden nasıl kurtarır insan kendini? Bilmiyorum. Yapamıyorum. Karabasan gibi üzerimize çöken olayların geçmesini beklerken geçiyor hayat. O güzel günleri beklerken geçiyor. Hiç gelmeyecek Godot'yu beklerken geçiyor ömür. Önemli olan varılan yer değil, yolda olmak. Biliyoruz ama yol çok çetin, yürekler bıkkın, gönüller kırgın. Yolda olmak için elzem olan umudu da yitirdik mi?
24.04.2023





“Göğsümün içi öyle yırtıldı ki, öyle yırtıldı ki…” (*)

Yerkabuğunun hareketi toprağı yırttığında, tüm insanlık yırtıldı yüreğinin orta yerinden. Doğayla bütünleşmemiş, doğanın şartlarına göre kendini, evini, barkını sağlıklı konumlandıramamış insanlık yengi sandığı betonlaşmanın altında kaldı. Yaşam durdu. Yaşam üçgenlerinde kurtulmayı beklerken donarak ölenlerle dondu ruhumuz. Tasavvur edebileceğimizin ötesinde bir yıkıma uğradık, kelimelere yüklediğimiz anlamlar yetersiz kaldı. Çaresizlik öylece-anlamsız bir noktada dondurup bıraktı varlığımızı. Hayata bir yerinden tutunmak gerekliliğinin farkındayız çünkü “ne olursa olsun yaşamaya mecbursun!”

Kaosun hüküm sürdüğü bir çağda sanata ve doğaya sığınan yapım itibariyle Baudelaire’ci anlamda romantiklerden sayarım kendimi. “Bir hissetme biçiminin, bir içsel gerekliliğin imgesi olan sanat!”
Büyük ihtimalle hayatımızın en büyük çaresizliğini ve yıkımını yaşıyoruz ki “Sanat bizi kurtaracak” diyen romantiklerden olmayı bilinçli bir tercihle yeğleyen ruhuma rağmen sanata sarılmaya, yaraları sarmaya gücüm yok. Yine de her zaman yaptığım gibi Nietsche’den ilhamla “Gerçeklerden ölmemek için sanata sahibiz.” diyerek yola koyulmaya niyet ediyorum. Tökezleyeceğimi, tıkanacağımı, vazgeçmek isteyeceğimi biliyorum ama aynı zamanda biliyorum ki yalnız değilim ve bilin ki yalnız değilsiniz.
02.03.2023





Anlık duygulanımlarla yola çıktığım resim pratiğimde, bulunduğum ve seçtiğim mekanların tekrar tekrar çalışılan soyutlamalarıyla anlamdan azat olan formlar elin belleğine içkin olan fırça “ile”* dile gelir. Bu formlar bütünsel bir ilişkisellik içinde varoluş sorgulamamı anlamlı kılan enstrümanlar haline geliyor. Süreç içerisinde oluşturduğum, kendimi bulduğum görsel dilin gücü görünmeyenin görünenden fazlasını düşlemlemeye olanak verdiği bu noktada, sözel uzamın sınırlarını zorlayan edimlere sürüklüyor beni. Düşünme, okuma, resmetme ve yazma edimlerim, süreç içerisinde tuvalin boşluğunda yeni mekansal açılımlara ulaşmak istememin ontolojik nedenini anlamlandırabilmeme imkan verdiği ölçüde sözcüklere dönüşüyor. Tanımlanmış, betimlenmiş olana mesafeli durmam farklı okuma olanakları veren göstergelerle oluşturmaya çalıştığım izlek, merkezi anlatımdan, dikey ya da ağaç biçimli düşünme modellerinden ziyade Deleuze’ün “geçici yaşamsal varoluşlar olarak köksap” modelinden yana olmamın bir tezahürü olmalı. Sezgisel olarak dile getirdiğim tek doğru yoktur söylemini, görelilik teoreminin çıkarsaması olan tüm deneyler/deneyimler aynı anda doğrudur, “mutlak gerçek yoktur” söyleminde bulmuş olmam farklı okumalar sağlayan açık yapıttan yana olmamı benim açımdan haklı çıkarır, anlamlı kılar.
Belirsizliğin, akışkanlığın, değişimin izleklerinin algılandığı mekansal formu isimlendirmediğim ölçüde herhangi bir kapının eşiğinde duruyor bulabilirsiniz kendinizi. Eşik ihtimallerin imkanıdır. Eşikte durma hali içeriye girmekle dışarıda kalma arasında bir “ara”da kalma. “An”ın hissedildiği, geçmişle geleceğin seçimlerinin birbirine geçtiği, yaratıcılığın ortaya çıktığı ara. “Ara” kavramı, sanatsal eylemlerimle ve tüm çabalamalarımla yarattığım devinimin bulunduğum uzay zamanda iz bırakması anlamında Heidegger’in “çatlak” kavramına karşılık geliyor. Gündelik yaşamda mümkün olduğunca her edimin o çatlağa hizmet etmesine olanak veren deneyimlerle sanatsal/yaşamsal sürecimi oluşturmayı tercih ediyorum. Deneyim sürecin kendisini oluşturuyor. O çatlakta salınmak/oynamak yok oluşu oluşa çeviren, sonsuzu sonluya içkin kılan esas, ölüme rağmen yaşama cesareti veriyor.
10.01.2023




Sanat eserinin izleyiciye yaptığı şudur: Yeni bir dünya yapısını biçimlendirenin eşiğinde olma coşkusuyla yaşama tutunmak!


Rüyalarda açık seçik görüldüğü sanılan mekanlarda bulunmuşluk hissi, tüm detaylarıyla betimlenemese de bir imgesel mekânın varlığından şüphe edilmesine olanak tanımaz. Farklı uzamlardan ve farklı zamanlardan kopup birbirine eklemlenen anıların yarattığı mekân ve zaman algısı, tanımlanmış fiziksel bağlamların dışında olmasına rağmen yadırganmayan bir düzleme taşır benliği. Uzamsal varlığımızın üç boyutluluğuna tezatla sınandığımız iki boyutlu resmin olanaklarında, görsel algıyı merkeze yönlendiren çeşitli göndergelerin dayattığı canlı kırmızılarla titreşen hacimli kütle, tanımlanamazlığıyla bakışı öylece durduruyor. Durduğu anda kaçmak isteyen bir bakışın aksine gördüğünü özümsemek için soluklanan bir bakış bu. Merkezde yer almasının yanında kendine özgü bir dinamizmin yarattığı çekimsel gücüyle algılananın ötesinde, izleyeni görünenin ardındakileri aramaya zorluyor. Şeffaf katmanların arasından görünen resimsel elemanlar, rüyasal düzlemlerden anlığa taşınan tanıdık mekanlar ve görünüp kaybolan imgeler ise gündüz düşlerinde parlayan kapının ardında kaybolma arzusu yaratıyor.
14.12. 2022






“Şiir, bir biçimin kapısını açan ruhtur.” Pierre-Jean Jouve



Karşıt renklerin ritmik ilişkisi ve pastel renklerin uysallığı ilk izlenimin yarattığı kaos ortamını yumuşatarak kurgusal olana adım atmamıza olanak tanıyor. Ufukta beliren dikey göndergelere karşılık yatayda izleyeni kucaklayan geniş coğrafi imgeler, varlığın geçici güzelliğini imleyen berrak suyun geçirgenliğine karşın kırmızı toprağın katı yabanıllığı, bölük pörçük beliren doğa betimlemelerinin uçuculuğunun dikey ve yatay fırça darbelerinin soyutluğuyla yarattığı karşıtlıkların üst üste yığılmasıyla her şey canlanıyor. Böylesine şiirsel bir lirik anlatım ruhun kapısını açıyor ve bellekten çağrılan imgeler varlığa bürünüyor. Bachelard’ın “Taşkın yanıyla şiir, bizde derinlerde ne varsa canlandırır sanki.” sözünün plastik alandaki yansımasını görüyoruz adeta.
Evreni algılama biçimimiz kolaylıkla ufka doğru perspektif kaçışı olan bir mekân kurgusunu dayatırken, örneğin “o gölün kıyısında gezebilirim” olgusu algımızı tuvalin iki boyutluluğundan üçüncü ve hatta zamanı da katarak dördüncü boyuta taşıyor, kendi geçmişimizin varlıkları katmanlar şeklinde yerleşiyor uzama. Öklitçi uzay-zaman sürekliliği, karmaşık fizik teorilerini ve evrenin işleyişini daha basit ve ortak bir dilde açıklamayı başarmış olsa da poetik düşleme söz konusu olduğunda kifayetsiz kalır. Hayal edilen coğrafyada dolaşma isteği zihnin değil ruhun arzusudur. Bu bağlamda, üst üste binen, varlığa ait tüm katmanları bir arada izlediğimiz mekân algısı fiziksel olanın ötesinde ruha dair bir kavrayışı sorgulattırır. Düşlemenin sınırlarında gezerken sezgisel olarak açıklamaya çalıştığım edimleri, şimdilerde okuduğum Bachelard’ın Mekânın Poetikası kitabında sözü edilen poetik düşleme anlatımında kullandığı “Eksiksiz, iyi kurulmuş bir şiir yazabilmek için, zihnin bu şiiri müsveddeler halinde önceden biçimlendirmesi gerekir. Ama basit bir poetik hayal için müsvedde gerekmez, ruhun bir hareketi yeterlidir. Ruh, mevcudiyetini poetik hayal ile ortaya koyar.” tümceleriyle açıklayabiliyor ve kendi sanatsal pratiğimle(varoluşumla) doğallıkla bağdaştırıyorum.
21.11.2022








Kutsal Mavi

Mavi, renk olmanın ötesinde dopdolu bir gökyüzünü ve aynı anda bin bir tonuyla yeryüzünü imliyor. Çiçeklenmiş bahar dalları ya da kar yüklü ağaçlar… Denizin kokusunu taşıyan ferah kış soğuğu. Görsel bellek, anılar arasından hangisini çekip çıkardıysa o anda işte o. Düşlemenin gücüyle koşarak gelen imgelerin çoğalması. Yaşamın çoğulluğu.

Kadrajı dolduran mavi boyanın fiziksel yoğunluğu atmosferde dolaşan havanın varlığını somutlaştırarak güvenle sarmalıyor. Sonsuz mavinin içinden şairlere seslenen engin manzara ise uçsuz bucaksız.

Denizden taşarmışçasına çoğalan rengin uçsuz bucaksızlığıyla karşılaşma, hayal gücünü harekete geçirerek benliği olduğu mekândan alıp sonsuz açılımlar dolu bir dünyaya taşıyor. Engin manzaralar karşısında edinilen bu kavrayış için Bachelard, Mekânın Poetikası kitabında “…gözlerimizin önüne serilen dünyaya ilişkin bazı ifadelere gerçek anlamını veren, genelde işte bu içsel uçsuz bucaksızlıktır.” diyerek kendi cılız varlığımızın bilincinde olmamıza karşın, büyüklüğün bilincine de bu şekilde vardığımızı söyler. İki yıl önce yaptığım resme dönüp baktığımda yaparken bilinçli olarak düşünmediğim etkileşimlerin ayırdına varıyorum ve gören her gözün kendi birikimleri ve belleğiyle düşleme geçerek farklı dünyalara dalmasını önemsiyorum. Rene Char’ın “geçerken kanıtlar değil izler bırakmalıdır şair” sözünü doğrulamak istercesine resimlerime dair bir okuma yapılacaksa bunun lirik bir şiir hissiyatıyla olmasını diliyorum.

15.11.2022







“Eğer düşünebilseydi, kalp atmazdı.” Fernando Pessoa


Yeryüzüne fırlatılmış akıllı yaratıkların laneti, öleceklerini bilmek. Ölüm karşısında yaşamaya cesaret edebilmekse hediyesi insanlığın. İçinde, derinlerden gelen bir hisle ne olduğunu bilmediği ama ışığa çekilen pervaneler gibi ulaşmayı istediği şey uğruna yaşama cesareti gösterenler gerçek yolcular. Geniş basamaklarda sağlam adımlarla ilerlerken etrafında olan bitenin farkında ve birlikte yol alabilenler yaşam oyununun kazananları. Oyunun nasıl biteceğini bilmemek, oyunun biteceğini bilmenin üstesinden gelmeye imkan tanıyor. Bilinmeyene yolculuk kendini tanımanın, kendini yaratmanın adımlarını atabildiğinde başlıyor. Belli belirsiz bir mutluluğu müjdeleyen ufka ulaşmak değil yola koyulmak. Aslolan yolda olmak.
7.11.2022


“Her sanat eseri, çağının çocuğu ve pek çok durumda duygularımızın kaynağıdır.” der Kandinsky, Sanatta Ruhsallık üzerine adlı kitabında.


Tarihi bir kemer kalıntısı izlenimi veren, belirgin bir formu imlemekten kaçınan fırça darbeleri, onu algılayan her gözle değişen imgeleri bellekten çağırır. Kasıtlı bir kaçınmadır bu, izleyenin kendi dünyasından duygu durumundan izler bulmasını isteyen. Aynı zamanda kendi soyut mekanını kurgulama kaygısında olan sanatçının kendi formlarını yaratma çabasıdır da. İzleyicinin mekan algısıyla oynayarak varlık algısını sorgulatmak ister gibidir. İmgelem dünyasından çağrışımlarla yakalanan formun ardından bir görünüp bir kaybolan dingin yeşile inat üst üste binen canlı kırmızılar hareket ve kaos içinde. Benlik ise dingin yeşile uzanmaktan yana, güvenli limanlar arar. Gerçekte ise süperego yılgınlıklar ve umutlu olma isteği arasında gidip gelir, ancak üzerine yıkılacakmışçasına çoğalan kırmızı yığınlar mutlak bir hoşnutsuzluk yaratmaz. Umudu barındırır içinde. Adeta kaos güzeldir dedirten bir tarafı da var. Kaos ardından bir düzene gebedir. Yıkım ise yeniden doğuşa.
17.10.2022

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder